Geçenlerde Atatürk Havaalanı’na gitmem gerekti. Anadolu Yakası’ndan başlayan bu yolculuk uzun bir rotaya sahip olunca da, Taksim’den itibaren metro kullanmaya karar verdim. Taksim’den Yenikapı’ya geçecek, ardından aktarma yaparak diğer metro hattıyla havaalanına ulaşacaktım. Hafta içi olsaydı, mesai saatleri olmamak kaydıyla, gittiğim saatte ortalık eminim daha tenha olurdu. Üstelik Yenikapı’dan Havaalanı istasyonuna kadar da bayağı bir durak varmış. Öncesinde de farklı bir metro hattını kullandığımı düşünürsek, o gün bir süreliğine köstebek gibi bir yaşam sürdüğümü söyleyebilirim. Gerçi hattın kimi yerlerinde gün yüzüne çıktığımız da olmadı değil hani…
Yenikapı ilk durak olduğu için, gelen yolculular metrodan indikten sonra bomboş kalan vagonlardan birine rahatça biniverdim. İçerisinde boş koltuklar olmasına rağmen, ki bir sonraki durakta hepsi karaborsa oldu, vagonun köşesinde, koltuk olmayan bir alanda ayakta durmayı tercih ettim. Hatta köşenin de köşesine yerleştim. Yüzüm dışarıya dönük bir şekilde camdan dışarıya bakmaya başladım. Vagondaki herkesi ve her şeyi arkamda bırakmıştım. Karanlığı görebiliyordum. Hareket ettik. Kaç istasyona uğradığımızı bilmiyorum. Son durakta ineceğim için takip telaşına girmeme gerek yoktu. O an çevremde kimler vardı, bilmiyorum. Başımı hiç çevirmedim ki… Birkaç kişinin konuşmasını hatırlar gibiyim, o da çok detaylı değil. Gözüm hep karanlıktaydı. Metronun ilerlediği rayları, o rayların başka raylarla birleşip ayrıldığı anları, durduğumuz anlarda rayların arasındaki küçük çakıl taşlarını izledim. Köşemden görebildiğim kadarıyla, yan vagonun rengini, yapısını, duruşunu ve gidişini inceledim. Onun da içerisine hiç bakmadım. Zaman zaman yüzeye çıktığımızda, aydınlıktaki hallerini de gördüm. İşte o anlarda, benim içimde de bir aydınlık hal oluştu.
Yaşam sürecini benzettiğimiz o “yolum, yolun, yolu, yolumuz, yolunuz, yolları…” geldi aklıma. Bazen inişli bazen çıkışlı olan. Kimi zaman yol arkadaşı ekleten, kimi zaman yol arkadaşı eksilten. Özellikle ruhsal benzetmelerde adından sıkça söz ettiren…
Ben metrodaki bir yolcuydum. Metronun kendine ait bir ray hattı vardı; gidebilsin, durabilsin ve gelebilsin diye. Trenin, geminin, uçağın, tramvayın, arabanın, ayakların da bir yolu ve o yolun kendisine ait bir yapısı var. Sadece yol yok, bir de yolun yapısı var. İnşa edilmiş… Gidilen ve gelinen. Gelinen ve gidilen.
Son istasyona gelmek üzereyken, olduğum yerde tam tersi yöne doğru döndüm. Kapıyı gördüm. Anonsu bu sefer dikkatlice dinledim; bu yöndeki son istasyondu.
İçeride çok az kişi kalmıştı. Metro durdu. Elinde bavuluyla ilerlemeye çalışan kişilerin benden önce inmeleri için bekledim. Onları da izledim. Birazdan bavullarını bankoya teslim edip, uçakla bir yolculuk yapacaklardı.
Çıkıp yerin altından,
Göğün yüzüne çıkacaklardı.
Yol var olacaktı, ray yok.