İçeriğe geç

Birkaç yıl önce fotoğrafçılık ile alakalı başlangıç düzeyinde, oldukça yalın ve temel bir workshop’a katılmıştım. Hatırladığım kadarıyla 10-12 kişilik bir gruptuk. Öncelikle iki güne yayılmış, 6 saatlik teorik bir eğitim aldık.  Ardından pratik yapma amacıyla, Karaköy- Eminönü civarında çekim yapmaya gittik. O gün orada olan bir olayı da bir sebepten burada sizinle paylaşacağım:

Eminönü’ndeki güvercinleri bilirsiniz. Hani Yeni Cami’nin orada duran, kendilerine yem atıldıkça bir karaya konan bir havaya uçan, nice fotoğraf karelerinin modeli olan kuşları… İşte o gün onları fotoğraflamak da bizim ödevimlerimizden biriydi. Önce hep birlikte ortamı izledik. Kuşlardan önce dikkatimizi çeken kareleri yakalamaya çalıştık. Hatta birkaç arkadaşımız kuşlar için yem satan kişilerin bazılarından kendilerine poz vermelerini istedi. Yem satın almaları şartıyla çekim yapabildiler. Bu esnada asıl modellerimiz de pek çok avuçtan serpilen yemi orada, burada ve şurada afiyetle yiyorlardı. Ufak ufak objektiflerimizi onlara çevirmeye başladık. Biri uçuyor beşi konuyor, beşi uçuyor sekizi konuyor derken arkadaşlarımızdan biri, “Ben hızlıca basamaklardan yukarı doğru koşup aralarına gireyim. Hepsi havalanmış olur, siz de o anı yakalarsınız.” dedi. Bulunduğumuz yerde, kuşların yoğun olarak sıralandıkları üç dört katlı merdiven basamakları vardı. Arkadaşımız o basamaklardan yukarı doğru hızlıca çıkacaktı. Hepimiz en alttaki basamağın hizasında ve farklı noktalarda yerimizi aldık. Arkadaşımız da bize göre biraz daha uzakta, en alt basamağın köşesinde durdu. Az önce barter usulü alınan yemler, başka bir arkadaşımız tarafından basamaklara bolca serpilmeye başlandı. Ortamda nasıl bir coşku var! Biz pusuda bekliyoruz…  Arkadaşımız, ani ve oldukça güçlü bir çıkış yaparak koşmaya başladı. Tam kuşların arasına dalmıştı ki… Tam tabiriyle, maalesef, yüz üstü yere yapıştı. İşte o andan itibaren bizim fotoğrafçılık grubu üçe ayrıldı:

  • Çekimi unutup yardım etme amacıyla arkadaşımıza doğru elinde makinasıyla koşanlar (Biri de ben.)
  • Çekim mi yapsa yardım mı etse bilemeyenler
  • Deklanşörlerine ardı ardına basıp duran, çekim yapmayı yardım etmeye tercih edenler

Kızcağızı yerden kaldırdığımızda her yeri kirlenmişti. Üstelik o kalabalık ortamda böyle bir şey yaşadığı için, yansıtmamaya çalışsa da çok utanmıştı. Biz de “Yok bir şey, amannnn boşver” ile “Ay ay ay bir şey oldu mu?” arası gelgitler yaşarken, üstünü başını temizlemeye çalışıyorduk. İyi olduğuna inandığımız anda da yerimize geçmek için basamaklardan aşağı inmeye başladık. İnerken kafamı kaldırıp aşağıda duran diğer grup arkadaşlarıma baktığımda bir kısmının coşku içerisinde birbirlerine fotoğraf makinalarındaki kareleri gösterdiklerini gördüm. Şöyle diyorlardı:

“Bak bak tam düşüş anını yakaladım.”

“Baksana kuşların havalanmasıyla onun düşüşünü aynı anda çekebilmişim.”

“Düştükten sonra kuşların çeşit çeşit manevralarla uçuşa geçtiklerini yakalayabildim”

İkinci grup arkadaşlarım hâlâ, gülsek mi ağlasak mı ruh kararsızlığıyla, bir bize bir de onlara bakıyordu.

Gün bitti. Çekilen fotoğrafları değerlendirmek üzere son bir buluşma gerçekleştirdik. Fotoğrafları tepegöz vasıtasıyla hepimiz görebiliyorduk. O gün sınıfın yarıdan fazlası, fotoğraf makinasının hafızasında benzer rakamlarda fotoğraf karesine sahipti. Geri kalan azınlıkta ise bizden fazla fotoğraf karesi vardı çünkü onlar ekstra bir poza odaklanmışlardı. O gün, çektiğim fotoğraf sayısının onlarınkine göre az olması beni mutlu etti çünkü ben daha fazlasını çekmiş olmayı kendi adıma istemezdim. Benim o düşüş anında sergilediğim refleks bana göre olandı. Eğer o düşüş, deklanşöre basarken gerçekleşmiş olsaydı ve ben o anı yakalamış olsaydım, o kareyi kabul edebilirdim. Ancak diğer türlü bir davranış beni memnun etmezdi, aksine kendime de kızardım. Benim için arkadaşımın o anki ruhsal ve fiziksel durumu daha önemliydi. Diğer kişileri ise keskin cümlelerle yargılayamam…

İşte bu sabah aklıma o gün geldi; Muharrem İnce ve İsmail Küçükkaya arasındaki gerginliği kendi içimde değerlendirirken…

Gazeteceliğin gereği mi yoksa arkadaşlık ilişkisinin değeri mi ön planda tutulmalıydı?

Bu durum sorgulanabilir…

Tabi kimin kimi hangi konumda gördüğüne ve neyi neye göre değerlendirdiğine göre.

———————————————————–

 

NEYDEN BAHSEDİYORUZ:

24 Haziran gecesi, seçim sonuçları açıklanmaya başlandıktan sonra, FOX TV’de İsmail Küçükkaya Fatih Portakal ile birlikte bir program sundular. Sonuçlar netleşmeye başlamışken, Cumhurbaşkanı Adaylarından Muharrem İnce, Küçükkayaya’ya bir mesaj atarak mevcut sonuçlara istinaden “Adam kazandı” içeriğiyle bir mesaj yolladı. (O süreçte Muharrem İnce ekran önüne çıkmamış, her hangi bir paylaşımda bulunmamıştı.) Küçükkaya da kendisine gelen mesajı kamuoyuna direk aktardı. Sonrasında Muharrem İnce, attığı mesajın şahsa yönelik arkadaşça bir mesaj olduğunu belirterek, içeriğin paylaşılmasına duyduğu sitemi dile getirdi. Ve bunun aslında kendisinin bir hatası olduğunu, gazeteciden arkadaş olmaması gerektiğini bu şekilde öğrendiğini belirterek de özür diledi. İsmail Küçükkaya ise, kendisinin gazeteci kimliğine istinaden, haber değeri taşıdığı için bu mesajı paylaştığını belirtti. Yani Muharrem İnce bir arkadaş olarak gördüğü İsmail Küçükkaya’ya formal olmayan bir dille, hissiyatını yansıtan bir mesaj attı. İsmail Küçükkaya ise bu durumu mesleki olarak değerlendirerek, mesajı olduğu gibi ekrandan paylaştı. Yoruma açık. Bense yorumumu yukarıda yaptım. Ben sanırım yapmazdım. O heyecanla yapmış olsam bile, sonrasında durumu sadece kendi açımdan değerlendirmeye çalışmadan, kendisinin gönlünü almaya çalışırdım…