Yaklaşık bir ay önce bir sokak köpeği tarafından ısırıldım.
Oysa olayın gerçekleştiği sabah, erken saatte, niyetim sadece evimin yakınındaki Starbucks’tan kahve almak ve yeni haftaya sıcak bir başlangıç yapmaktı. Meğer kader ağlarını farklı örmüş…
İşte ben tüm bu yaşayacaklarımın farkında değilken, önünde oldukça minik bir park bulunan cafe’ye doğru Heidi edasıyla yürümeye başladım. Parkın içerisinde çok sayıda köpek vardı ve her zaman olduğu gibi hepsi uyuyordu. Burası hayvan sever bir semt olduğundan, sakinleri olarak köpeklerin varlığına oldukça alışkınız. Hepsi belediye tarafından kontrol altında tutulur ve bakımları titizlikle yapılır. Genellikle, kâğıt toplayıcılarına ve kendilerinde gizli olan sebeplerle, enerjilerinin tutmadığı kişilere havlarlar. Alan sahiplenmesi konusunda çok hassas oldukları için, yabancı köpeklerle karşılaştıklarında çete haline gelmeleri bir dakikayı bulmaz. Aksiyonları bundan ibarettir çünkü çoğunlukla uyurlar. Ben dahil pek çok kişi kendilerine sık sık yemek bırakırız. Birlikteliğimiz de sokaklarda bu şekilde sürer.
Semtin köpekleri ile olan sevgi dolu iletişimimize istinaden, işte ben de o sabah rahat rahat yürüyordum. Dedim ya hani “hepsi uyuyordu” diye, meğer hepsi uyumuyormuş…
Önce karşımda bir süre durdu, ardından bana doğru adım adım gelmeye başladı. Korkum olmadığı için de durumdan hiç huylanmadım. Havlama ya da hırlama da yok. Kendisine ne “gel” ne de “git” demişim…
Gözleri bal rengi, bedeni simsiyah
Orta boyda, nasıl da güzel bir köpek…
Dikmiş bana gözlerini, tatlı tatlı (?) yaklaşıyor.
Gaipten bir ses işittim:
“Göz teması kurma!”.
Köpek yanımdan geçip gidecek zannettim. (O derece eminim kendisinden.) Zaten yanımdan da geçti. Meğer sola çark yapıp dönmüş. Önce bacak baldırımdan koklandığımı hissettim, ardından da baldırımı yoklayan dişleri. Acı yok. Şaşkınlık var. Köpek tekrar önüme geçti ve gözlerini bir kez daha bana dikti. Ben bir yandan olayı algılamaya çalışıyorum, bir yandan da durduğum yerden geriye doğru adım adım gidiyorum. Onun bakışları benim üstümde, benimkiler ise onun haricinde her yerde. Sanırım hem bu yaşananı kabullenmek istemeyişimden, hem de bu güzel köpeğe “ısıran” tanımlamasını yakıştırmak istemediğimden, tekrar öne doğru sadece bir adım attım. Ve beklenen havlama duyuldu! Havlamasının şiddetinden ve bacaklarımın titremeye başlamasından, durumun korku ve şiddet içerdiğini anladım. Tabi havlama sebebi ile diğer uyuyan köpeklerden birinin başını kaldırıp bana baktığını da görünce, benim parktan ayrılmam kaçınılmaz oldu. Hızla çarpan kalbime ve titreyen bacaklarıma rağmen sakinliğimi koruyarak oradan uzaklaştım.
Isırılmış bölgede herhangi bir kanama olmadı. Diş izi falan da yoktu. Zaten olay esnasında, o dişlerin ete giriş yapmadığını hissetmiştim. (O derece farkındalıkla ısırıldım.)
İşte her şey böyle başladı…
Isırılmamdan hemen sonra aklımdan kuduz aşısı geçti. Ancak ortada bir yaralanma olmadığı için de emin olamadım, ta ki abimle konuşana kadar. Abiniz doktor olunca, sivilceniz çıksa bile kendisine danışabilme şansınız oluyor ya hani… Kendisine durumu anlattım. O da kesinlikle riske girmememi söyledi ve kuduz aşısı yaptırmam gerektiğini şiddetle önerdi. Bu konuşmanın üstüne, öneriyi emir kabul eden ben, her zaman gittiğim hastanenin acil bölümüne gidip kibar kibar: “Beni köpek ısırdı, kuduz aşısı yaptırmak istiyorum.” dedim. Bu hastanenin de acil bölümü, alan olarak küçüktür. Gittiğimde yoğunluk da yoktu. Nasıl da sessiz… Ben bu isteğimi bankodaki görevliye tatlı tatlı belirtirken neredeyse ortamdaki tüm kafaların bana çevrildiğini hissettim.
“Hayır, hayır, hayır kuduz değilim. Ben sadece bir adayım!”
Meğer özel hastanelerde kuduz aşısı yapılmıyormuş. Meğer kuduz aşısı İstanbul’da (sanırım diğer illerde de) her hastanede yapılmıyormuş. Sadece belirli hastanelerde kuduz birimi var ve o “belirli hastane” sayısı da çok değil. (Yalnız “kuduz birimi” ismine dikkatinizi çekmek isterim. Her telaffuz edildiğinde kulağa havalı geliyor olsa bile, olayın “kuduz” kısmı fark edildiğinde, o hava puf diye sönüyor.)
Zeynep, Haydarpaşa yollarında!
Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin Acil bölümüne ulaştığımda gün ortasıydı.
“Ne olacak bu sağlık sisteminin hali?” sorusunu dillendirdiğim dakikalardayım. Ortam kalabalık, karışık ve gürültülü. Aslında hastanede kolaylaştırıcı bir sistem kurulmuş ama o da bana anca “çok karışık” hali, “karışık” hale çevirebilmiş gibi göründü.
Önce danışmaya “Kuduz Aşısı” diyorum. (Kedi mi köpek mi? diye soruldu kaydım alınırken, nedenini bilmiyorum.) Ardından büyük bir alana sahip olan acil bölümünün içerisinde, kendimi oradan oraya savrulurken buluyorum. En son hatırladığım, algılarımın kapandığı bir anda, bana, “Enfeksiyon’ a gideceksiniz” diyen görevliye, “Enjeksiyon” yazısını gösterip, “Ama orası burası” diye hadsiz bir şekilde tavır sergileyişim. Daha iddiamı dile getirirken rezilliğimi fark ettim. Ardından görevliyle anlık bakışıp, karşılıklı gülüşmeye başladık. Bölümü sonradan doğru algılasam da maalesef yönlendirildiğim adres hakkında yine hiçbir fikrim olamadı. En son kime sorduğumu hatırlamıyorum ama o da bana güvelik görevlisine sormamı söyledi. (Çıkışa yaklaşıyorum) “Enfeksiyon bölümü nerede?” sorumu bir kez daha ve yeni bir kişiye soracak olmanın heyecanıyla yeniden dolanmaya başladım. O esnada bir anne ve oğlunun “Enfeksiyon bölümü nerede?” şeklinde bir cümle kurduklarını ve benden önce gözlerine kestirdikleri güvenlik görevlisine, benim sorumu sorduklarını duydum. (Elbette “Benim sorum” değil. Hastanede bu sorular “hepimizin”.)
Ben “Siz de mi, sizde mi?” diyerek sevinç içerisinde onlara doğru ilerlerken, onlar da beni, “kuduz aşısı mı?” sorusuyla karşıladı. Ardından, ikisi kuduz riski taşıyan, üç maceraperest, “Simitçinin yanından döneceksiniz” deki simitçiyi aramaya başladık. Sonunda da bulduk.
Yaşasın Kuduz Birimi’ndeyiz!
Oysa bizden önce bir sürü insan da orayı bulmuş. Kimisi enfeksiyon hastalıkları doktoru ile görüşmek için muayenehanesinin kapısında, kimisi de hemen yan tarafındaki aşı odasının girişinde aşı olmak için bekliyor. Biz iki odanın da müstakbel ziyaretçileriyiz ve acilden sevk edildiğimiz için de önceliğe sahibiz. Yalnız ortam o kadar yoğun ki, öncelikli acil hastaları olan bizler bile kendi aramızda sıra olmak zorunda kaldık. Tabi bu esnada kapı önünde muhabbetin türlüsü de dönmeye başladı.
“Kedi mi köpek mi?”
“Sokak mı ev mi?”
Bunlar havada uçuşan en popüler iki soruydu.
Gördüğüm en sıkıntılı iki vakanın birinde; bir kadının yanağında büyük bir bandaj vardı, sebebi ise küçük bir ev köpeğiymiş. Diğerinde ise, genç bir çocuk Pitbull cinsi bir köpek tarafından bacağından ısırılmıştı. Söylediğine göre köpeğin çenesini zar zor açmışlar. Bu yaralı genç çocuk, biz aşı sırası beklerken sonradan yanımıza seke seke gelmişti. Etrafa boş gözlerle bakıyordu. Yüzündeki tarifsiz ifade ise hâlâ aklımda…
Benim acilde tanıştığım ve sonrasında da birim içerisinde arkadaşlık ettiğimiz kişiyi de sahipli bir köpek ısırmış. Sahibi olan kadın bankta oturuyormuş, köpeği de yanındaymış. Benim arkadaşım da yanlarından geçerken, köpek bacağını ısırıvermiş. “Sahibi bir özür bile dilemedi” dedi. Sitemine hak vermemek mümkün değil.
Nedense o gün “nedensiz ısırılmış kişiler” olarak oradaydık. Kimin hikâyesini dinlediysem ya “halbuki tanıdık kedi/köpek, hiç böyle yapmazdı.” serzenişinde bulundu ya da “hiçbir şey yapmadım ama geldi beni hart diye ısırdı” dedi. Bana bu durum hâlâ çok tuhaf gelir.
Biz “taze ısırılmışlar” olarak aslında birer çömez olduğumuzu da sonradan fark ettik. Şöyle ki; etrafımızda çok zaman önce ısırılmış, her biri birer karne sahibi olan, kimisi üçüncü, kimisi beşinci, kimisi ikinci, kimisi dördüncü doz aşısını olmaya gelmiş kişiler vardı. Buradan da anlaşılacağı gibi bir ısırığın maliyeti beş doz aşı. Eğer köpek ya da kediyi yeniden görme şansınız varsa ve ölmemişse üçüncü dozda aşıyı sonlandırabiliyorlar. Benimkini bir daha görmek bana kısmet (?) olmadığı için şu an son doz aşımı yaptırmak için bekliyorum. (Bu arada ilk doz aşım uygulanırken, diğer kolumdan da tetanos aşısı oldum.)
O gün, enfeksiyon hastalıkları doktoru ile görüşmem 0,5 dakika kadar sürdü. Aşı odasının kapısında beklemem de minimum 50 dakika sürmüştür. İlk kez aşı olacaklar dışındakilerin odaya girip çıkması maksimum 5 dakika sürerken, ilk dozunu olacakların ise en az 20 dakika sürüyor. Şansımıza da sözleşmiş gibi ilk doz aşı olacaklar denk zamanlamayla bir araya gelmemiş miyiz?
Odaya girdiğimde, yoğunluk sebebiyle yorulmuş ama canla başla işini yapmaya çalışan bir hemşire ile karşılaştım. Önünde bir sürü evrak vardı. İlk doz aşı olacak kişilerin işlemlerinin uzun sürmesinin nedeni de işte bu evraklar. Aşı olmadan önce hakkınızda bir sürü kayıt tutuluyor, aşı olduktan sonra da elinize bir aşı karnesi tutuşturuluyor. Karnede aşı günleriniz yazılı. Hele bir gelmeyin! O karneye adınız soyadınız yazıldığı andan itibaren, Sağlık Bakanlığı’nın ve Emniyet Birimleri’ nin takibindesiniz. (İyi ki de bu şekilde denetleniyor. Kuduzun tarihçesine şöyle bir bakarsanız, toplum sağlığı açısından ne büyük bir tehlike olduğunu anlarsınız.)
İşte Karabaş’ın bana hediyesi de bu oldu:
Bir ısırık
Beş doz aşı.
Aşı aralıkları 0-3-7-14-28 gün.
Karnemde yazılı olan aşı günlerinde, sabahın erken vaktinde kendimi yollarda buluyorum. Aşı vurulurken tam olarak ayılıyorum falan ama ortam kalabalıklaşmadan işimi halletmiş oluyorum. Hiç denemedim ama kuduz birimi akşam saatlerinde de açıkmış ve sabahın erken saatlerinde olduğu gibi ortalık daha sakinmiş.
Bir tuhaf ısırılma hikayesi…
Peki Karabaş’ın benimle derdi neydi?
Kendisine ne sevmeye ne de kovalamaya yönelik bir tavır sergilemedim. “Korkana saldırırmış” anlayışını da rahatça çürütebiliriz. Köpekleri de çok severim. Bu anlam veremediğim duruma yönelik beni tatmin eden yorum, kendisi de köpek besleyen bir arkadaşımdan geldi:
“Senden önce biri ona tekme attıysa ya da kötü davrandıysa o da hırsını gelip senden almış olabilir.”
Ben de öyle olduğuna inanıyorum çünkü birilerine yaşadıklarımı anlatırken:
“Hani belasını arayan bazı tipler vardır ya, hiçbir şey yapmazsınız ama o gelir sataşır… Köpek resmen öyleydi.” diyordum.
İtiraf ediyorum, birkaç gün köpeklerin yanından geçmek istemedim. Olayın gerçekleştiği parktan iki hafta sonra geçebildim, o esnada “hadi bir yerden çıkarsa” endişesiyle de gözüm etrafı tarıyordu. Hatta ilk adımlarımda bacaklarım da biraz titredi. Ancak bu süreçte, kendimde köpeklere yönelik korku oluşmasına engel oldum.
Beş doz aşı
Aşırı doz katkı…
Aşı olmak için sabahları erken saatte yola çıkıyorum ve özellikle Kadıköy’den Haydarpaşa’ya yürüyerek gidiyorum. Bu sayede İstanbul’un sabah dinginliğini hissedebiliyorum.
O dinginlikte tarihi binalara “günaydın” diyebiliyorum.
Yol boyunca diğer insanlara hatta diğer dönemlerdeki insanlara ait hikayelerin varlığını fark ediyorum. Mesela rehberlerimden biri Haydarpaşa Tren Garı. Kim bilir ne hikayeler götürmüşlerdir buradan…
Yürürken bir köprü üstünden geçiyorum ve altta kalan rayları izliyorum. Hayat yollarını sembolize eden raylar… Üstelik rayların üstünde duran boş vagonlar var. Kim bilir ne hikayeler getirmişlerdir buraya.
Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, Dr. Siyami Ersek Göğüs ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Haydarpaşa Numune Hastanesi, İstanbul Sultan Abdülhamid Han Eğitim ve Araştırma Hastanesi vb.
Tarih var.
Hikayeler var.
Ağaçlar var bir de… Çoğumuzdan çok çok ÇOK daha eski İstanbullu olan.
Buralardan defalarca araçla geçmişimdir, görmeden ya da duymadan.
Anlayacağınız, kuduz aşısıyla farklı şekilde besleniyorum. Aşıya giderken birkaç kez “Nereden çıktı şimdi bu?” demişliğim var. Muhtemelen son aşıya giderken bir kez daha derim. Ancak olan olmuşsa eğer, önümüze bakmakta fayda var.
Bu yüzden Karabaş’a teşekkür ediyor, ona uzaktan hatta mümkünse çok uzaktan öpücük yolluyorum. 🙂
Nur içinde uyu Pasteur!