Güneşli bir kış günüydü ve gökyüzünde sıcacık bir ışık topu varken açık havada yürüyüş yapmadan olmazdı. Evine yakın parklardan birine gitmeye karar verdi. Bu kadar çok gökdelenin içinde yaşarken, “hangisine gitsem?” sorusunun kararsızlığını yaşıyor olmak onun için nasıl da büyük bir mutluluktu… Kafasındaki sıralamaya göre kendisine en uzak olan parkı seçti ve hazırlanıp evden çıktı.
Gitmeye karar verdiği park, dümdüz bir şekilde yürüyüş yapılabilecek, öyle uzunlamasına parklardan biri değildi. Bir daire şeklinde planlanmıştı ve yeşil alan parkın ortasında kalacak şekilde değerlendirilmişti. Ağaçlar, banklar, yapay su göletleri dairenin içinde kalırken; yürüyüş hattı, dairenin çerçevesini oluşturuyordu. Üstelik bu dairenin üst kısmı ile alt kısmı arasında yükseklik farkı vardı yani yürüyüş yapacaksanız dairenin etrafını dolaşırken ya yokuş çıkmanız ya da yokuş inmeniz gerekiyordu. Parka uzaktan bakıldığında da konumu itibariye, çevresine göre daha yüksek bir noktadaydı.
Parka varır varmaz önce yeşil alanın içinde bulunan yapay su göletlerine baktı. Su sesi, ağaç, çim, nemli toprak, güneş… Parkın yakından geçen çevre yolunun uğultularını da yok sayarsanız, her şey gayet keyifliydi. Yürüyüşü sona bırakmıştı. Biraz göletlerin içindeki taşları inceledi, biraz bankta oturdu, biraz da etrafı izledi. Tüm bunları yaparken, bir yandan da iç dünyasında geziniyordu.
Hafta içi bir gün olduğundan park kalabalık değildi ancak nüfusta çeşitlilik söz konusuydu:
Bir grup lise öğrencisi, etrafı kolaçan eden bir park görevlisi, bir çift sevgili, çocuklarını ya da pusetteki bebeklerini gezdiren birkaç anne, iki üç tane adam…
Bir zaman sonra, yürüyüş parkurunda ağır ağır yokuş yukarı çıkmaya başladı. Zihnini sakinleştirmişti ve keyfi son derece yerindeydi. Sadece nefesi biraz sıklaşmıştı. Yokuşun tepesine yaklaşırken, gözüne bankta tek başına oturan bir kişi çarptı. Adamın oturduğu bank, diğer bankların aksine yeşil alana değil parkın dışına bakıyordu. Üstelik parkta bulunan tüm banklara göre en yukarıda olan da buydu. Bulunduğu noktadan oradaki kişinin yüzünü seçemiyordu ama kilitlenmiş bir şekilde tek bir noktaya baktığını görebiliyordu. Bu kişinin bu kadar dikkatli nereye baktığını merak ederek, o da başını o yöne çevirdi ki tek başına duran tabutu gördü. Parkın hemen arkasında ve daha aşağısında bir cami vardı. Ve şimdi o caminin avlusunda bir cenaze yerini almıştı. Yakınında kimse yoktu. Cenaze sahipleri avlunun diğer tarafında, kendi aralarında bir şeyler konuşuyordu.
Tabut öylece duruyordu, etrafında kimse yokken…
Yürümeye devam ettikçe o kişiyi daha net görmeye başladı. Bu kişi oldukça yaşlı bir adamdı. O kadar hareketsiz duruyordu ki, onu izlediği süre boyunca eğer başını birkaç kez kımıldatmasaydı, ölmüş zannedebilirdi. (O da gözlerini bu adama dikmişti…)
Merhum ya da merhume bir tanıdığı mıydı?
Ne düşünüyordu?
Kalbinden neler geçiyordu?
Niye öyle bakıyordu?
Adamın tam yanından geçerken, parkın diğer tarafına doğru baktı.
Bebek, çocuk, öğrenci, anne, sevgili, park görevlisi, adam, kadın vardı.
O herkese bakarken, yaşlı adam hala tabuta bakıyordu.
Tuhaf hislerini sırtındaki çantasına yükleyerek yürümeye devam etti.